Harezm adı, bugün Kara Kalpakistan, Özbekistan ve Türkmenistan sınırları içinde kalan, Amu Derya (Ceyhun) ırmağının döküldüğü Aral gölünün aşağı yatağında yer alan sağ ve sol bölgelere denilmektedir. Arap seyyahlar tarafından bu bölge Harezm olarak adlandırılmış, burada oturan halka ise Harezmî adı verilmiştir.
Doğu Harezmin merkezi Harezm şehri, Batı Harezmin merkezi ise bugünkü Ürgenç idi. XI-XIII. yüzyıllar arasında bu bölgede oturan Harezmî halkının dili üzerinde yapılan çalışmalardan ve diğer tarihî kaynaklardan, Harezmce denilen dilin Avesta, Osset, Soğd ve Yagnob dilleri gibi bir İran dili olduğu anlaşılmıştır.
Amu Derya ırmağının aşağı yatağında bu yüzyıllar arasında oturan bu İran kavmi, XIII. yüzyıldan sonra bölgedeki yoğunluğunu kaybetmeye başlamıştır. Harezm bölgesi, hem yolların kavşak noktasında yer almasından hem de verimli topraklara sahip olmasından dolayı her zaman komşu bölgelerde yaşayan halklar için bir cazibe merkezi olmuştur.
Harezm halkı, komşu milletler ile ticarî ilişkiler geliştirmişler, bu milletler ile sürekli etkileşim içinde bulunmuşlardır. Bu anlamda Türklerin Oğuz, Peçenek, Kıpçak ve Kanglı boyları, bu bölge ile temas hâlinde olmuşlardır.
Erken tarihten itibaren İslâmlaşmaya başlayan Harezm bölgesi, 995 yılından sonra Samanoğulları tarafından idare edilmeye başlanmıştır. X-XI. yüzyıllardaki bazı bilgilerden hareketle, Harezm bölgesinde Türk varlığından haberdar olabiliyoruz. Mesela X. yüzyılda Arap seyyahların notlarında geçen Çagrı Oguz, Kara Tigin, Kılavuz ve Temirtaş gibi isimler, Türklerin X. yüzyılda bu bölgede varlığına kanıttır.
bu yüzyıllarda bazı Abbasi ve Selçuklu kumandanlarının adında geçen Harezmî ismi, bu kumandanların Harezm bölgesinden gelen Türkler olduğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır. Bölgedeki Türk varlığına kanıt olarak, bu belgelerden daha önemli olanı şüphesiz Kâşgarlı Mahmud’un verdiği bilgidir. Kâşgarlı Mahmud eserinde, Türklerin Küçet boyundan bahsederken, bu Türk boyunun Harezm bölgesinde oturduğunu ifade etmesi (DLT I, 357), bölgenin XI. yüzyılda Türkleşmiş olduğunu göstermektedir. Harezm bölgesinin Türkleşmesinin, asıl XI. yüzyılın başlarında bölgeyi ele geçiren Gazneli Mahmut ile gerçekleştiğini söylemek mümkündür.
Gazneli Mahmut 1017 yılında, Harezm’i ele geçirir ve idareyi komutanlarından Altuntaş’ı vali atayarak ona verir. Altuntaş’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Harun, Gaznelilerden Sultan Mesut ile mücadeleye girişmiş, buna karşılık Selçuklularla işbirliği yapmıştır. Bunun üzerine Gazneliler ile Selçukluların mücadelesinden sonra Gazneliler, Harezmşah Harun’u öldürerek Harezmşahları bölgeden uzaklaştırmış, Harezmşah Altuntaşoğulları ise Horasan’a giderek Selçuklulardan yardım istemişlerdir. Selçuklular, 1040 yılındaki Dandanakan savaşında bozguna uğrattıkları Gaznelilere karşı Çağrı ve Tuğrul önderliğinde tekrar bir sefer düzenlemişler ve Harezm bölgesinin yeni sahibi olmuşlardır. Selçuklular da daha önce bölgenin idaresini elinde bulunduran diğer devletlerin yaptığı gibi bölgeyi kendileri idare etmemişler, bölgeye Harezmşahlar atamaya etmişlerdir. Bu dönemde Harezmin idaresi elden ele geçmiş, Kıpçak ve Kanglı komutanlar ile, daha önce bölgeye gelip yerleşen Oğuzların yanı sıra Kıpçak ve Kanglılar da bölgeye akın ederek, bölgenin Türkleşmesini tamamlamışlardır.
Harezmşahlar tarihi esas itibariyle Atsız bin Muhammed bin Anuş Tigin ile başlar. Anuş Tigin, Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer tarafından bölgeye vali olarak atanmış bunun ve sonra gelen Kıpçak Türklerinden Ekinçi bin Koçkar zamanında bölgeye Kıpçak ve Kanglı Türklerinin gelmesiyle Tük nüfusu yoğun bir hâl almış, Oğuz, Kıpçak ve Kanglı diyalektlerinden oluşan karışık dilli eserlerden meydana gelen Harezm Türkçesi doğmuştur. Harezm bölgesi Gazneliler ve Selçukluların elinde bulunduğu dönemlerde, Türk diliyle eserlerin yazıldığı bir bölge olmamış, Anuş Tigin ile başlayan süreçten sonra son Harezmşahlar zamanında ilk eserlerini vermeye başlamıştır.
Harezm bölgesi Anuş Tigin’den sonra oğlu Atsız zamanında (1127-1156) müstakil bir devlet hâline gelmiş, İl Arslan ve Tekiş zamanlarında ise bölgenin güçlü siyasî yapılanmalarından biri olmuştur. Son Harezmşahlar Alaaddin Muhammed zamanında imparatorluk hâline gelmişken, bu devlet 1231 yılında Çengiz Han önderliğindeki Moğollar tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Çengiz Han, XIII. yüzyılın başlarında bugünkü Moğolistan’da bütün Türk ve Moğolları tek çatı altında bir araya getirmiş, Merkitleri ve Naymanları batıya doğru sürmüş, kuracağı büyük imparatorluk için batıya doğru büyük bir fetih hareketi başlatmıştır. 1218 yılında Moğollar Kara Hıtay ülkesinde bulunan Nayman liderini yenerek Sır Derya boylarına ulaşmış ve Harezmşahlar ile komşu olmuştur. Çengiz Han tarafından batıya gönderilen kervanın Otrar’da son Harezmşahlar hükümdarı Alaaddin Muhammed tarafından yok edilmesi üzerine Çengiz Han ile Alaaddin Muhammed arasında yeni bir mücadeleyi kaçınılmaz kılmıştır. Çengiz Han 1220 yılında Harezm bölgesini ele geçirir.
Alaaddin Muhammed’in oğlu Harezmşah Celaleddin zamanında (1220-1231) ise herhangi bir varlık gösteremeyen Harezmşahlar, 1231 yılında tarih sahnesinden silinmiş, bu bölgeye Moğollar hâkim olmuşlardır.
Çengiz Han hayattayken oğulları arasında paylaştırdığı Moğol İmparatorluğu, kendisinin 1227 yılındaki ölümünden sonra, dört oğlu tarafından idare edilmiştir. Çengiz Han’ın büyük oğlu Cuci, imparatorluğun batısındaki Deşt-i Kıpçak ülkelerini almıştır. Cuci Han tarafından kurulan devletin sınırları Yukarı Bulgarya Hanlığı, Kuban ve Terek ırmaklarından Derbend’e kadar olan kuzey Kaasya ve Harezm bölgesini içine alıyordu. Ancak Cuci’nin babasından altı ay önce ölmesiyle bu coğrafya oğlu Batu Han tarafından idare edilmiştir. Çengiz Han ölmeden önce, Cuci ulusuna ikili idare tarzı getirmiş, buna göre İdil boyu ve Deşt-i Kıpçak Batu Han’a, Doğu Deşt-i Kıpçak ise Batu Han’a tabi olmak kaydıyla Orda-İçen’e verilmişti. Çengiz Han’ın ikinci oğlu Çağatay Han, doğuda Uygur ülkesinden batıda Buhara ve Semerkand’a kadar olan bölgeyi idaresi altına almıştır. Çengiz Han’ın üçüncü oğlu Ögedey ise, Balkaş gölünün doğu ve kuzey-doğusundaki bölgeleri yönetmekteydi. Çengiz Han’ın en küçük oğlu Tuluy Han ise, Moğol töresinin en küçük oğlun aile ocağının sahibi olduğu kaidesinden hareketle Moğolistan’ın asıl topraklarını idaresi altına almıştır. 1235 yılında toplanan büyük kurultayda alınan kararlar Doğrultusunda Cuci Han’ın oğlu Batu Han, 1236 yılında Doğu Avrupa’yı fethetmek maksadıyla, büyük bir kısmı Türklerden oluşan kalabalık bir orduyla büyük bir sefere başlar ve 1236-1240 yılları arasında Deşt-i Kıpçak ve Bulgar topraklarını imparatorluğa dahil eder. Batu Han’ın Deşt-i Kıpçak sahasına tamamıyla hakim olmasıyla Altın Ordu Hanlığı da kurulmuş olur.
Batu Han 143 bütün Rus yurdunu ele geçirdikten sonra, 1241 yılında İdil’in aşağı mecrasına dönmüş, buradaki Saray şehrini Altın Ordu Hanlığının merkezine dönüştürmüştür. Bir müddet sonra, bölgenin kültür ve ticaret merkezi haline gelen Saray şehri, aynı zamanda Altın Ordu Hanlığının idare merkezi idi. Hanlığın sınırlarını belirleyen ve görünüş itibariyle Moğol İmparatorluğuna bağlı kalsa da yeni bir idarî yapıyla devleti Saray’dan eden Batu Han, Altın Ordu Hanlığı’nın gerçek kurucusu sayılır. Altın Ordu Hanlığı, Batu Han’ın kardeşi Berke Han (1255-1266) zamanında İslâmiyet’i kabul etmiş; hanlık, Moğol İmparatorluğundan ayrılarak müstakil bir devlet hâlini almış ve böylece Kıpçak Türklerinin ağırlıklı olduğu Müslüman-Türk devleti ortaya çıkmıştır.
Berke Han zamanı Altın Ordu Hanlığının en ihtişamlı günleridir. Özbek Han (1313-1342) zamanında ise, ülkede İslâmiyet daha güçlendi ve devletin merkezi Saray, tam anlamıyla bir kültür merkezi hâline geldi. Altın Ordu Hanlığının son büyük hanı, kendi adına yarlık da yazan Toktamış Han’dır (1376-1391).
HAREZM TÜRKÇESİ
Harezm Türkçesi adı ile XIII-XV. yüzyıllar arasında Harezm ve Sir Derya’nın aşağı kesimlerinde, Karahanlı Türkçesinin devamı niteliğinde, Oğuz, Kıpçak ve Kanglı yerli ağızlarının karışımıyla ortaya çıkmış Türk dilinin karışık dilli eserleri kastedilmektedir. Harezm bölgesi, daha önce buraya yerleşen Oğuzların yanı sıra Kıpçak ve Kanglı boylarının da gelmesiyle, tamamıyla Türkleşmiş, bunun sonucunda da Oğuz, Kıpçak ve Kanglı diyalektlerinin karışımı ve tesiri altında Harezm Türkçesi doğmuştur.
.XIII. yüzyılın ortalarında Sir Derya’nın güneyindeki bölgede eserler vermeye başlayan Harezm Türkçesi, aynı yüzyılın sonları ile XIV. yüzyılda Harezm bölgesinden birçok âlimin Saray ve civarına göç etmesiyle, sınırlarını Altın Ordu’ya kadar genişletmiştir. Altın Ordu Hanlığında, özellikle Saray şehrinin XIII-XIV. yüzyıllarda ticarî ve kültürel bakımlardan sadece Doğu Avrupa’nın değil, bütün Türk dünyasının önemli merkezlerinden biri olmuştur. Türk dilinin Harezm sahasında yazılan karışık dilli eserleri, Altın Ordu Hanlığının merkezi Saray’da bulunan ağırlıklı olarak Kıpçaklardan oluşan Türkler tarafından Saray’da yazılmaya başlandı. Dolayısıyla karışık dilli Harezm Türkçesi, Altın Ordu Hanlığı ile sahasını Sir Derya’nın aşağı kesimlerinden Saray’a taşımış, burası Türk dili ve kültürünün merkezlerinden biri hâline gelmiştir.
Altın Ordu sahasında yazılan eserlerde Harezm bölgesindeki edebî dilin kaynaklık ettiğini, dolayısıyla bu sahada yazılan eserlerin de Türk dilinin karışık dilli eserleri olduğunu ifade etmek mümkündür. Sir Derya’nın aşağı kesimini de içine alan Harezm bölgesi, X. yüzyıldan itibaren doğudaki Kâşgar’ın yanında bir Türk kültür merkezine dönüşmüştür. Böylece XI-XII. yüzyıl Karahanlı yazı dilinden gelişen, bölgedeki Oğuzlar ve Altın Ordu Hanlığındaki Kıpçakların yerli ağız özellikleri ile karışan, dillik özellikleri bakımından standart bir hâl alamamış yeni bir yazı dili doğmuştur. Bu çevrede yazılmış eserler, bir taraan Karahanlı Türkçesi özellikleri gösterirken, diğer taraan Oğuz ve Kıpçak ağızlarının özelliklerini de bünyesinde barındırmaktadır.
Harezm-Altın Ordu Türkçesi eserleri dil özellikleri bakımından birlik göstermez. Hatta Harezm bölgesinde yazılan eserlerin dillik özellikleri ile Altın Ordu bölgesinde yazılan eserlerin dillik özellikleri arasında da bir takım farklılıklar görmek mümkündür. Harezm bölgesine ait metinlerde Karahanlı Türkçesinin özellikleri daha yoğunken, Altın Ordu sahasına ait metinlerde Kıpçak ve Oğuz Türkçelerine ait özellikler daha belirgin olduğu ifade edilebilir
13-14. yüzyıllarda Harezm ve Altın Ordu bölgelerinde Orta Asya Türk edebî lehçesinin ilk halkası olan Karahanlı Türkçesinden intikal eden Kanglı, Oğuz ve Kıpçak ağızlarının da dâhil olduğu yeni bir yazı dili inkişaf etmiş, bu yazı dili daha sonra yerini Çağatay Türkçesine bırakmıştır.
Bu çevrede yazılmış eserlerin dilinin Harezm Türkçesi olarak adlandırıldığını, Ali Şir Nevaî’nin Mecâlisü’n-Nefâis adlı eserindeki kayıttan anlıyoruz. Nevâî eserinde, Harezmli âlim Hüseyin Harezmî’den söz ederken, O’nun Kasîde-i Bürde adlı esere Harezm Türkçesi ile şerh yazdığını ifade etmesiyle, Harezm Türkçesi adının en azından Nevaî ve çağdaşları tarafından kullanıldığını göstermektedir: “Mevlânâ Hüseyn Hvârezmî: … Ve Kasîde-i Bürde’ga dagı Hvârezmîçe Türkî tili bile şerh bitipdür.” Bugüne kadar Türk dilinin Harezm ve Altın Ordu sahalarında yazılmış eserlerinin hangi dönem içerisinde değerlendirileceği meselesi araştırmacılar arasında farklı görüşleri doğurmuştur. Bu çerçevede Harezm-Altın Ordu Türkçesi eserleri kimi araştırmacılar tarafından XI-XII. yüzyıllara ait Karahanlı Türkçesi eserleri arasında, bazı araştırmacılar tarafından ise daha sonraki yüzyıllara ait Çağatay Türkçesi eserleri arasında ele alınmıştır.
Son zamanlarda yapılan tasnierde, Harezm-Altın Ordu sahasında yazılmış eserlerin, Türk dilinin karışık dilli eserleri olduğunu ve bu sebeple eski Türk yazı geleneğinden yeni Türk yazı geleneğine geçiş devrini teşkil ettiğini savunanlar da olmuştur. F. Köprülü, Harezm ve Altın Ordu sahalarında yazılmış karışık dilli eserleri, alt başlıklarında Harezm ve Altın Ordu’da edebî inkişaf şeklindeki ayrımlara rağmen, Çağatay Türkçesinin erken dönem eserleri arasında ele almış, bu eserleri XV. yüzyılda Nevâî ve çağdaşlarının eserlerini verdikleri klâsik Çağatay devrine bir bakıma hazırlık aşaması olarak değerlendirmiştir. Ahmet Caferoğlu da Harezm Türkçesi eserlerini ayrı bir dönem olarak ele almamıştır. Caferoğlu’na göre, Harezm Türkçesi eserleri, Karahanlı Türkçesi ve Çağatay Türkçesi ile birlikte Müşterek Orta Asya Türkçesi adını verdiği dönemin ikinci aşamasında değerlendirilmelidir. Samoyloviç ise, Harezm Türkçesi adını verdiğimiz dönemi, Oğuz-Kıpçak Türkçesi adını vererek, önceki ve sonraki dönemlerden ayırmıştır.
Samoyloviç’e göre, Orta Asya Türk edebî dilleri üçe ayrılır: 1, Karahanlıca, 2. Oğuz-Kıpçakça, 3. Çağatayca. O, Oğuz-Kıpçakça adı ile, Türk dilinin Harezm ve Altın Ordu sahalarında yazılmış eserlerini kastetmiştir. Harezm Türkçesi üzerine en kapsamlı çalışmaları yapanlardan biri olan Janoś Eckmann, bu dönem eserlerini iki önemli yazısında değerlendirmiştir. Eckmann, “Harezm Türkçesi” adlı makalesinde, Harezm Türkçesini “13. yüzyıldan itibaren, Harezm ve Sir Derya’nın aşağı kesiminde kısmen Oğuz (Türkmen) ve Kıpçak yerli ağızlarının tesiri altında Karahanlıca’dan teşekkül eden, Orta Asya Türkçesi (Doğu Orta Türkçesi) edebiyat dilinin inkişaf merhalesine Harezm Türkçesi adını veriyoruz” şeklinde tanımlamış, Karahanlı ve Çağatay Türkçeleri arasında bir geçiş devri olarak düşünmüştür.
Eckmann “Kıpçak Edebiyatı” adlı başka bir yazısında ise, Harezm Türkçesi eserlerini burada “Harezm ve Altın Ordu Edebiyatı” alt başlığı altında değerlendirerek bir anlamda Harezm Türkçesi eserlerinin Kıpçak edebiyatının bir parçası olduğunu iddia etmiştir. Harezm ve Altın Ordu sahalarında yazılmış olan eserler, bazı özellikleri dolayısıyla Karahanlı dönemi metinleri, bazı özellikleriyle de sonraki Çağatay dönemi eserleri ile benzer özellikler sergilese de, ne ilk dönemin devamı ne de son dönemin başlangıcıdır. XI. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar Harezm bölgesi ile Saray ve Kırım bölgelerine, farklı Türk boylarının göçüne paralel olarak, bu bölgelerde özellikle Oğuz ve Kıpçak ağızlarının tesiri altında yeni bir yazı dili oluşmuş, her biri sonraki yüzyıllarda ayrışarak Batı, Kuzey ve Doğu Türkçeleri olarak farklı bölgelerde eserler verecek yeni yazı dillerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla Harezm ve Altın Ordu sahalarında yazılmış eserler, Türk dilinin karışık dilli eserleridir. Diğer bir ifadeyle Harezm Türkçesi dönemi, yeni yazı dillerinin ayrışmaya başladığı, kendi ağız özelliklerini yazı diline dâhil etmeye başladıkları dönemin adıdır.
Türk dili, Harezm ve Altın Ordu bölgelerinde XIII. yüzyıldan itibaren yazılan eserlere kadar belli bir kolda ilerlemeye devam etmiş, buna karşılık bu bölgede yazılan eserlerde, değişik Türk boylarına ait diyalekt özelliklerinin dile girmesiyle Türk dilinin dallanıp budaklanmaya başladığı yeni bir dönem başlamıştır. Harezm Türkçesi, Timurlular zamanında sona ermiş, yerini Çağatay Türkçesine bırakmıştır.
HAREZM TÜRKÇESİ ESERLERİ
Harezm Türkçesi eserleri, Harezm bölgesi ve Altın Ordu Hanlığının merkezi Saray olmak üzere iki farklı coğrafyada yazılmıştır.
Harezm Türkçesi ile yazılmış eserler şunlardır:
Dâsitân-ı Cümcüme, Hüsrev ü Şirin, Kısâsü’l-Enbiyâ, Kur’an Tercümesi, Mi’rac-nâme, Mu’înü’l-mürîd, Muhabbet-nâme, Mukaddimetü’l-edeb, Nehcü’l-ferâdis, Yarlık ve Bitikler.
Harezm Türkçesiyle yazılmış eserlerin tam olarak hangi sahada yazıldıkları bilinmemektedir.
Bazı eserlerin ait oldukları saha, yazılış yerleri dikkate alınarak tahmin edilebilir. Mesela, Harezm Türkçesinin en erken tarihli metni olarak düşünülen Mukaddimetü’l-edeb, Zemahşerî tarafından Anuş Tigin’in isteği üzerine Türkçe, Moğolca ve Harezmce yazılmıştır. Bu bakımdan eserin, hem Anuş Tigin’in isteği üzerine hem de diğer diller yanında Harezmce de yazılmış olmasından dolayı Harezm bölgesinde kaleme alınmış olduğu kabul edilmektedir. Yine Harezm Türkçesiyle yazılmış yarlık ve bitikler de, Altın Ordu hükümdarları tarafından yazıldıkları için, Altın Ordu sahasında yazılmış eserler arasında değerlendirilmektedir. Mukaddimetü’l-Edeb Mukaddimetü’l-Edeb, Arapça öğretmek maksadıyla, Arapça kelime ve kısa cümleler esas alınarak, satır aralarına Türkçe, Farsça ve bazı nüshalarda da Moğolca ya da bir İran dili olan Harezmce anlamları yazılarak lügat tarzında hazırlanmış bir eserdir. Eser, Harezmşah Atsız bin Muhammed bin Anuştigin’in isteği üzerine, 1127-1144 yılları arasında, devrin bilinen tefsir ve lügat âlimlerinden Mahmud bin Ömer ez-Zemahşarî tarafından yazılmıştır. Zemahşerî’nin bu eser dışında çok sayıda Arapça lügat ve tefsirlerinin de olduğu bilinmektedir. Lügatin orijinali kayıp olduğu için Zemahşerî tarafından yazılmış asıl nüshasının hangi dil ile yazıldığı belli olmamakla birlikte, metin üzerinde çalışanlar aslen Türk olan Harezmşah Atsız’ın isteğiyle yapılmış tercümenin ya Türkçe ya da iyi bildiği Farsça ile yapılmış olduğunu düşünmektedirler.
Mukaddimetü’l-Edeb’in yazılış tarihine ait herhangi bir kayıt olmadığı için, eserin tam olarak ne zaman yazıldığı belli değildir. Bununla birlikte eserin Harezmşah Atsız bin Muhammed bin Anuştigin’e ithaf edilmesi, en azından hangi zaman aralığında yazıldığı konusunu aydınlatmaktadır. Buna göre, “Atsız’ın hükümdarlığının 1127-1156 yıllarında, ve Zemahşeri’nin ölümünün de 1144 yılında olduğu dikkate alınarak, eserin 1128-1144 yılları arasında yazmış olduğu tahmin edilebilir.” (bkz. Nuri Yüce, Mukaddimetü’l-Edeb, Ankara 1993). Buna göre, Mukaddimetü’l-edeb, XII. yüzyılda yazılmıştır. Eserin dil özellikleri bakımından Harezm Türkçesiyle yazılmış diğer eserlerden daha eskicil özellikler göstermesi, eserin Harezm Türkçesi ile yazılmış ilk eser olduğunu göstermektedir (Ahmet Bican Ercilasun, Türk Dili Tarihi, Ankara 2004: 374). Mukaddimetü’l-Edeb’de Arapça kelimelerin ve kısa cümlelerin satır altı tercümeleri, Farsça, Harezmce, Moğolca gibi diller ile Harezm Türkçesi, Çağatay Türkçesi ve Osmanlı 146 VIII-XIII. Yüzyıllar Türk Edebiyatı Türkçesi gibi Türk yazı dillerine yapılmıştır. Mukaddimetü’l-Edeb’in Türkçe dışında başka dillere de tercümesi olduğu için, eser sadece Türk dili araştırmalarında değil, diğer diller için de önem taşımaktadır. Bu bağlamda eser, yazıldığı yüzyılda Türk dilinin söz varlığını ortaya koymak ve diğer dillerdeki karşılıklarını kontrol etmek suretiyle Türkçe sözcüklerin anlamsal değerlerini ya da çeşitliliğini tespit edebilmek açısından önemlidir. Öte yandan Mukaddimetü’l-Edeb, tarihsel Türk dilinin Dîvânu Lügâti’t-Türk’ten sonra kaleme alınmış ikinci büyük sözlüğüdür. Dîvânu Lügâti’t-Türk 8000 sözcüğe sahipken, Harezm Türkçesi ile yazılmış nüshalardan olan Şuşter nüshasında 3506 sözcük vardır ve bu sözcüklerden 2908’i Türkçe, 450’si Arapça, 133’ü Farsça kökenlidir.
Zemahşerî, sözlüğü beş bölüme ayırarak hazırlamıştır:
1. İsimler, 2. Fiiller, 3. Harer (Edatlar), 4. İsim çekimi, 5. Fiil çekimi. Eserin Harezm Türkçesi tercümesinde bu bölümlerden 3, 4 ve 5 numaralı kısımlar yoktur. Mukaddimetü’l-Edeb’in bugüne kadar pek çok nüshası bulunmuştur. Eserin Harezm Türkçesi’ne yapılmış yirmiye yakın nüshası tespit edilmiştir.
Bu nüshalardan bir kısmı şunlardır: 1. Yozgat Nüshası (Kayıt No: 396; Tarihi: 25 Mayıs 1257), 2. Berlin Nüshası (Kayıt No: Orient Fol. 66; Tarihi: 1282), 3. Paris Nüshası (Kayıt No: Supplément turc 287; Tarihi: XII. yy.), 4. Şuşter Nüshası (Tarihi: XIII. yy.), 5. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Nüshası (Kayıt No: Edebiyat nr. 4655; Tarihi:1315),
Tespit edilen nüshalardan hiçbiri eserin müellifi olan Zemahşerî’ye ait değildir. Eserin Zemahşerî tarafından yazılan asıl nüshanın tarihi belli olmadığı gibi, istinsah edilen nüshaların da ne zaman yazıldıkları tam olarak bilinmemektedir.
Nüshalar arasında en eski olanları Harezm Türkçesi ve Farsça ile tercümeli olan nüshalardır. Harezm Türkçesi ile yapılmış yirmi nüsha içerisinde bilinen en eski nüshalar, 1257 yılında istinsah edilen Yozgat ve 1282 yılında istinsah edilen Berlin nüshalarıdır.
Mukaddimetü’l-Edeb’in nüshaları içinde, Türkçe için en kıymetli olanı, İran’ın Şuşter kasabasında bulunan ve Nuri Yüce tarafından çalışılmış olan Şuşter nüshasıdır. Şuşter nüshasında; her Arapça ibarenin Türkçe karşılığının verilmiş olması, “öteki nüshalar ile belli başlı sözlüklerde geçmeyen bazı Orta Türkçe kelimeler” bulunması, bu nüshanın Türk dili araştırmaları bakımından diğer nüshalardan daha değerli olduğunu göstermektedir.
Kısasü’l-Enbiyâ Kısasü’l-enbiyâ, Harezm Türkçesi ile yazılmış ilk edebî eserdir. Peygamber kıssalarının bir araya getirildiği siyer-i nebî türünden bir eser olan Kısasü’lEnbiyâ, 1310 yılında Nâsırü’d-dîn bin Burhânü’d-dîn Rabguˆzî ya da kısa adıyla Ribât-ı Rabguˆzî tarafından yazılmış ve dönemin Moğol hükümdarlarından Nâsırüddîn Tok Buga’ya sunulmuştur. Rabguˆzî’nin kaleme aldığı eser, “Arapçadan Farsçaya yapılmış bir tercümenin Türkçe uyarlaması”dır.
Eser, adından da anlaşılacağı üzere, peygamberlerin hayat hikâyeleri ve mucizelerini, sahabenin ve dört halifenin hikâyelerini anlatır. Eser, insanın yaratılışından başlar, bütün peygamberlerin hikâyelerinden Hz. Hasan ve Hüseyin’e kadar gelir. Eserin yazarı Rabguˆzî hakkındaki bilgilerimiz, kendisinin eserinde verdiği bilgilerden öteye geçmez. Yazar, eserinde kendisini “Ribat Oguzlug” olarak tanımlamıştır. Bu ibareden, yazarın bir Oğuz Türkü olduğu ve eserinde bu ibareden kısalttığı Rabguˆzî mahlasını kullandığı anlaşılmaktadır. Yine bu ibareden “kervansaray” anlamına gelen Ribat yer adının neresi olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, Faruk Sümer’e göre “Seyhun boylarında, Cend yakınlarında” olan Oğuzlarla meskûn bir yer olma ihtimali vardır. Böylece hem yazarın eserde kendisini Oğuz olarak tanımlaması hem de tarihsel verilerin Ribat yer adının Oğuzlarla yerleşik olmasından hareketle bir Oğuz Türkü olduğu anlaşılan Rabguzî’nin eserini dönemin Türk yazı dili olan Harezm Türkçesi ile yazmış olması, dikkat çekicidir. Yazar, eserinde kendisi hakkında pek bilgi vermese de, târih yitti yüz tokuzda it yılınıŋ evvelinde kasıd yitildi kim peygâmber kıssalarıga “tarih yedi yüz dokuzda it yılının öncesinde peygamber kıssalarına maksat ulaştı” ifadesi ile eseri yazmaya başladığı tarihi vermiş, ardından da yitti yüz on erdi yılga bitildi bu kitâb “Bu kitap yedi yüz on yılında yazıldı” diyerek eserin 710 (=1310) yılında bitirildiğini ifade etmiştir. Demek ki Rabguzî, eserini bir yılda tamamlamıştır.
Rabguzî eseri dönemin hükümdarı Nasırüddin Tok Buga’ya sunduğunu da ifade eder:
barıp ıdtım Nâsırü’d-dîn Tok Buga beg tapgıça / tileyür mü tilemes mü belgülüg bilsün özi “Nasırüddin Tok Buga Bey’in hizmetine gittim, isteyip istemediğini açıkça kendisi bilsin”. Rabgûzî, eserine izlegen bat tapkay, işitken bat bilkey tėp Kısas-ı Rabġūzī at bėrdük “arayanların çabuk bulabilmeleri, dinleyenlerin çabuk bilebilmeleri için Kısas-ı Rabgûzî adını verdiği”ni ifade eder. Dolayısıyla eser, Kısas-ı Rabgûzî olarak da bilinir.
Kısasü’l-Enbiyâ, Arapçadan tercüme edilmiş Farsça aslından Türkçeye aktarılmıştır. Eser, nesir türünde yazılmıştır; ancak içinde Arapça ve Türkçe manzum parçalar da vardır. Eserde toplam 484 dizeden oluşan 43 Türkçe şiir (Ata 2002: 17), şairin edebî gücünü göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Bu şiirler, Arapça, Türkçe ya da Arapça-Türkçedir. Bu şiirlerden bir kısmı, Arapçadan yapılmış satır altı tercümedir. Kısasü’l-Enbiyâ’daki manzum parçalar, çoğunlukla ilk İslamî Türkçe metinlerden olan Kutadgu Bilig ve Atebetü’l-Hakâyık’ta da rastlanan dörtlük tarzında kaleme alınmıştır. Eserde aruz vezniyle yazılmış şiirler de bulunmaktadır. Çoğunlukla Hz. Muhammed ve diğer din büyükleri için yazılmış kaside türünde olan şiirler içerisinde aşk ve tabiatla ilgili gazel türünden olanlar da vardır. Şiirlerin bir kısmının ise Rabguzî’ye ait olduğu; böylece yazarın eserin Türkçe çevirisine katkıda bulunduğu tahmin edilmektedir. Peygamberler ve hayatları hakkında menkıbelerin anlatıldığı eserde, dil ve üslûp oldukça sade ve akıcıdır. Nesir halindeki kısımlarda sıklıkla başvurulan secili ifadeler, Rabguzî’nin iyi bir sanatkâr olduğunu göstermektedir. Yazarın bilhassa “her kıssanın başlangıcındaki secili ifadelerle dinî konulara bediî bir şekil verdiği” görülmektedir.
Eserin bugüne kadar on bir nüshası tespit edilmiştir:
1. Londra Nüshası: Eserin dil özelliklerini en iyi yansıtan Londra nüshasının kaçıncı yüzyıla ait olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Janoś Eckmann, eserin dil özelliklerinden hareketle, en erken 15. yüzyılda yazılmış olabileceğini düşünür. Eserin en eski nüshasının Londra nüshası olduğu düşünülmektedir. Eckmann’a göre arkaik özellikler gösteren bu nüshanın morfolojik özellikleri arasında Çağatay yazı dilinin özellikleri çok yer tutar. Eserin en iyi korunan nüshası olan Londra nüshasının tıpkıbasımı Karl Gronbech tarafından 1948 yılında yayınlanmıştır.
2. Leningrad Nüshaları: Eserin Leningrad’da altı nüshası tespit edilmiştir.
3. İsveç Nüshaları: Uppsala Üniversitesi Kütüphanesinde ve Lund Üniversitesi Kütüphanesinde eserin birer nüshası muhafaza edilmektedir.
4. Paris Nüshası: Paris’te Bibliothequé National’de eserin bir nüshası bulunmaktadır.
5. Bakü Nüshası: Bakü, Azerbaycan Cumhuriyeti İlimler Akademisi Yazma Eserler Enstitüsü’nde eserin bir nüshası bulunmaktadır.
Mu’înü’l-Mürîd Mu’înü’l-Mürîd, 1313 yılında (tarih yėtti yüz on üç ėrdi yılı), Harezm’de yazılmış, dinîtasavvufî konuları didaktik tarzda işleyen manzum bir eserdir. Eserin dili, geniş halk kitlelerini bilgilendirmek maksadıyla kaleme alındığı için, sadedir. Yaklaşık 900 beyit tutarında olan eser (Toparlı 1998: 11), Şehnâme vezni olarak bilinen, aynı zamanda Kutadgu Bilig ve Atebetü’l-Hakâyık’ın da vezni olan fe’ûlün fe’ûlün fe’ûlün fe’ûl kalıbıyla yazılmıştır.
Halka dinî bilgiler vermek için, oldukça sade ve basit bir dille kaleme alınan eserin tek nüshası, bir mecmuanın içinde, bugün Bursa Orhan Kütüphanesinde 1605 numarayla kayıtlı hâlde bulunmaktadır. Eser, bu mecmuanın 186-211. varakları arasındadır. Her bir varakta 16-17 satırın yer aldığı eserin kenarlarında eser ile aynı konuyu paylaşan Cevâhirü’lEsrâr adlı eserden alınmış dörtlükler ile yazıcısı belli olmayan kıssa ve dizeler de vardır. Eseri ilim âlemine Zeki Velidi Togan, “Harezmde Yazılmış Eski Türkçe Eserler (TM II 1926: 315-330) adlı makalesiyle tanıtmıştır. 51 varak olan Bursa TDK Kütüphanesi’nde de bulunmaktadır.
Mu’înü’l-Mürîd’in sayfa kenarlarında, Cevâhirü’l-Esrâr (Sırların Cevherleri) adlı eserden alınmış toplam altı dörtlük bulunmaktadır. Kim tarafından, nerede yazıldığı bilinmeyen bu eserin dil, konu, şekil ve üslûp bakımından Mu’înü’lMürîd’den farklı olmaması, eserin aynı tarihlerde ve aynı sahada yazıldığını düşündürtmektedir. Hatta F. Köprülü, aynı tarzda yazılmış bu eserlerin, “Harezm’de 14. asırda, dinî-sofiyane mahiyette bir klasik Türk edebiyatının kuvvetle inkişaf ettiğini” ifade etmektedir.
Ebu’l-Gazi Bahadır Han, ünlü eseri Şecere-i Terâkime’de, Mu’înü’lMürîd’in Türkmenler arasında çok yaygın ve bilinen bir eser olduğunu bildirmektedir: Eserin kim tarafından yazıldığı tam olarak belli olmamakla birlikte; müellif, eserde kendisini İslâm olarak adlandırmaktadır:
Bu úaç söz ayıtġan atı İslām ol Tilegi āhir vaút İslām ol Atam baba İslām veliyyü’l-verā Özi õikri tilde tümen aslam ol “Bu birkaç söz söyleyenin adı İslâm’dır Dileği sonunda İslâm’dır Atam Baba İslâm, ermiş kişi Kendi zikri dilde binlerce kazançtır.”
Eserde kendisini Baba İslâm’ın oğlu İslâm olarak tanımlayan kişi ile Şecere-i Terâkime’de ifade edilen Şeyh Şeref Hoca’nın aynı kişi olup olmadığı konusunda açıklık yoktur.
Janoś Eckmann eserin müellifinin İslâm; buna karşılık Ahmet Caferoğlu, Şeyh Şeref olduğunu düşünmektedirler. Mu’înü’l-Mürîd üzerine ilk yayım 1988 yılında Recep Toparlı tarafından yapılmıştır. Ali Fehmi Karamanlıoğlu’nun hazırladığı; ancak vefatından dolayı yayımlayamadığı Mu’înü’l-Mürîd çalışması, 2006 yılında Osman Fikri Sertkaya tarafından yayımlanmıştır. Eser, son olarak 2008 yılında Recep Toparlı ve Mustafa Argunşah tarafından Türk Dil Kurumu yayınları arasından çıkmıştır.
Mu’înü’l-Mürîd’den:
Haber bermişi teg arıg pak kelam Tümen min dürud u tahiyyet selam Tegürgil rusül enbiya ruhına Yaratgan uganım ulaşu ulam Sena hamd u tesbih ü tehlil urug Bu ma‘ni üçün til yarattı korug Sa‘adet erür til munun bulsa ol Şakavet eger bolsa mundın kurug Nehcü’l-Ferâdîs Harezm Türkçesi’nin ses ve şekil özelliklerini en iyi yansıtan eserlerinin başında gelen Nehcü’l-Ferâdîs’in Türkçe adı, yine eserde Uştmaòlarnıŋ Açuú Yolı olarak zikredilmiştir. Buna göre eserin adı, “Cennetin Açık Yolu” ya da “Cennete Giden Yol” anlamına gelmektedir.
Nehcü’l-Ferâdîs, her iki dünyada da mutlu olmak isteyenlerin bilmesi gereken İslâmî bilgileri, hikâyeler içinde sade bir dille ve akıcı bir üslupla anlatan dinî karakterde bir eserdir. Nehcü’l-Ferâdîs, didaktik bir eser olduğu için, sanat gayesi gütmeksizin açık bir dille yazmıştır. Bununla birlikte eser kuru ve sıkıcı değildir. “Zira müellif, mücerret dersler vereceğine, ortaya attığı meseleyi çekici hikâyelerle aydınlatarak alâkayı daima uyanık tutmasını bilir.” (Eckmann 1996b).
Bütün bu özelliklerinden dolayı Nehcü’l-Ferâdîs, Harezm döneminin dil yapısını incelemek için oldukça elverişli bir eser olarak tanımlanabilir. Nehcü’l-ferâdîs’in tam olarak ne zaman, nerede ve kim tarafından yazıldığı konusunda bazı farklı görüşler olsa da, eserin genel olarak 1360 yılından önce Kerderli Mahmud bin Ali tarafından Saray’da yazıldığı kabul edilmektedir. Kazan Tatarlarından Şehabettin Mercanî, 1885 yılında Kazan’da yazdığı Kitābu Müstefādi’lAòbār fį Aòvāli Kazan ve Bulġar adlı eserinde, Nehcü’lFerâdîs’in kendisinde olan ancak sonradan kaybolan nüshasından bahsetmiş ve bu nüshadan parçalar ve fasıl adlarını nakletmiştir. Mercanî, eserin Harezm’deki Kerder şehrinden Altın Ordu’daki Saray şehrine gelen Kerderli Mahmud bin Ali tarafından Saray’da yazıldığını kaydetmiştir. Mercanî tarafından eserin müellifi olarak kabul edilen Kerderli Mahmud bin Ali, daha sonraki yıllarda eser üzerine çalışanlar tarafından da genel olarak kabul edilmiştir. Mercanî’deki kaybolan nüshanın istinsah tarihi 1358’dir. Yeni Cami nüshası ise, müstensih kaydına göre, müellifin ölümünden üç gün sonra, 6 Cemaziye’levvel 761 (25.3.1360) tarihinde tamamlanmıştır.
Yeni Cami nüshasının müstensihi, müellifi tanımakta ve onunla aynı yerde bulunmaktadır. Daha eski bir tarihte kopya edilen Mercanî nüshası dikkate alınarak, Nehcü’l-Ferâdîs’in 1358 yılından önce yazıldığı düşünülmektedir. Eser, dört bölüm (bâb) ve her bir bölüm (bâb) on fasıldan oluşmaktadır. Bölümlerde ilgili olan hadisler bir araya getirilerek onar ara bölümler hâlinde ele alınmıştır. Nehcü’lFerâdîs’teki dört bâbın isimleri şunlardır:
Evvelqı bāb: Peyġāmberimüz ‘as’nuŋ fażāyili içinde turur: İlk babda Hz. Muhammed’in hayatı, vahiy gelmesi, sahabelerin Müslüman oluşu, Mekke’den Medine’ye göç, Hz. Muhammed’in mucizeleri, yaptığı savaşlar ve vefatı ele alınmıştır.
Ėkinç bāb: Òulefā-yı Rāşidįn taqı ehl-i beyt taqı tört imām fażāyiliniŋ beyānı içinde turur: İkinci bölümde halifeler ve sahabelerle ilgili hadisler hikâye edilmiştir.
Üçinç bāb: Óaq Ta’ālā òażretiŋa yavunġu ‘ameller beyānı içinde turur: Üçüncü bölümde, insanı Allah’a yaklaştıracak amellerle ilgili hadisler yorumlanmıştır.
Törtinç bāb: Óaq Ta’ālā òażretidin yıratġu yavuz ‘ameller beyānı içinde turur: Dördüncü bölümde ise, insanı Allah’tan ve imandan uzaklaştıracak ameller dile getirilmiştir.
Fasıllar bir hadisle başlamış, ardından hadislerin Türkçe çevirileri verilmiş, sonra da İslâm âlimlerinin hadislerle ilgili görüşleri ve anlattıkları hikâyeler aktarılmıştır.
Nehcü’l-Ferâdîs, Abdülkadir Karahan tarafından kırk hadis türünde yazılmış bir eser olarak değerlendirilmiştir. Bu anlamda yazar, dört babda bir araya getirdiği kırk faslın her birinde bir hadisten söz ederek toplam kırk hadis aktarmıştır. Müellif de, eserini kırk hadis tercümesi türünde yazdığını ifade etmiştir (Ata 2002: 22).
Nehcü’l-Ferâdîs’in Janoś Eckmann’a göre üç, Recep Toparlı’ya göre beş, Aysu Ata’ya göre ise 6 nüshası vardır. Eserin şu ana kadar tespit edilen nüshaları şunlardır:
1. Yeni Cami Nüshası İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’nin Yeni Cami bölümünde, 879 numarayla kayıtlı bulunan ve bilim dünyasında genellikle Yeni Cami nüshası olarak bilinen nüsha, Muhammed bin Muhammed bin Hüsrev Harezmî tarafından, müellifin ölümünden dört gün sonra 1360 yılında bitirilmiştir. Zeki Velidî Togan tarafından bulunan ve ilim âlemine tanıtılan (1928) bu nüsha, harekeli olduğu için, Türk dilinin bu dönemine ait dil araştırmaları için çok önemlidir. Aynı şekilde Yeni Cami nüshası, müellif hayattayken kopya edildiği için, en azından eserin dil özelliklerinin orijinal nüshadan çok farklı olamayacağı için de önem arz etmektedir. Nüshanın harekeli olmasından dolayı, eser üzerine yapılan çalışmalar bu nüsha esas alınarak yapılmıştır.
2.Mercânî Nüshası Nehcü’l-Ferâdîs, ilim âlemine, Kazan Tatarlarından Şehabettin Mercânî’de bulunan ve Mercânî nüshası olarak tanınan bu nüsha ile tanıtılmıştır. Mercânî’nin naklettiğine göre, nüsha 1358 yılında Saray’da Kerderli Mahmud bin Ali tarafından yazılmıştır. Ancak Mercânî’deki nüsha daha sonra kaybolmuştur. Mercânî nüshası kayıp olmasına rağmen, Yeni Cami nüshasından daha eski tarihte kopya edilmiş olması ve eserin yazılış tarihinin daha eskiye dayanmış olmasından dolayı önemlidir. Ayrıca eserin nerede ve kim tarafından yazıldığı da bu nüshadan hareketle bilinmektedir
3. Kazan Nüshaları Bugüne kadar Nehcü’l-Ferâdîs’in Kazan’da üç farklı nüshası tespit edilmiştir: Kazan Üniversitesi Kütüphanesi (No: 60261), Kazan Devlet Üniversitesi Kütüphanesi (No: 3060), Kazan Devlet Pedagoji Enstitüsü (No: 12100).
4. Leningrad Nüshaları Nehcü’l-Ferâdîs’in Leningrad’da da iki nüshası bulunmaktadır: Leningrad İlimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü (No: 316 ve B2590).
5. Paris Nüshası Bibliotheque Nationale (No: 1020)
6. Yalta Nüshası.
Hüsrev ü Şîrîn
Altın Ordu sahasında yazılmış bilinen en eski Türkçe eser olan Hüsrev ü Şîrîn mesnevisi, Fars edebiyatının ünlü şairlerinden Nizamî’nin 12. yüzyılda yazdığı aynı adı taşıyan eserinden Harezm Türkçesine tercüme edilmiş hâlidir. Eser, Kutb mahlaslı bir şair tarafından tercüme edilmiştir. Eserinde Kutb mahlasını kullanan şairin adı ve hayatı hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Dönemin Altın Ordu hükümdarı Tınıbek Han ve eşi Melike Hatun adına tercüme edilen eser, Nizamî’nin Farsça mesnevisinde olduğu gibi mefâîlün mefâîlün feûlün vezninde yazılmıştır. Ancak Kutb, eserin başındaki çehâr yâr methiyesini Kutadgu Bilig vezni de olan feûlün feûlün feûlün feûl vezninde yazmıştır. Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’i ne zaman tercüme ettiği kesin olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte, eserin dönemin hükümdarı Tınıbek Han’a sunulmasından hareketle, tercümenin tarihi aşağı yukarı tahmin edilmektedir. Özbek Han’ın ölümüyle 1341 yılında tahta çıkan Tınıbek Han, 1342 yılına kadar bir yıl hüküm sürebildi. Böylece eser, Tınıbek Han’a sunulduğuna göre, Kutb eserini 1341 ya da 1342 yıllarında tamamlamış olmalıdır. Hüsrev ü Şîrîn, Türk edebiyatında bugüne kadar yazılmış olan 21 Hüsrev ü Şîrîn ya da Ferhad u Şirin mesnevilerinin ilkidir.
Eserin konusu, İran kralı Hürmüz’ün oğlu Hüsrev ile Ermeni kraliçesi Mihin Banu’nun yeğeni Şirin arasındaki aşk öyküsüdür. Hüsrev ü Şirin konusu bakımından, Harezm sahasında yazılmış olan ve çoğu dinî içerikli olan eserlerden ayrılır. Kutb’un hayatı ve edebî kişiliği hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Ancak gerek “orijinal eserin muhtevasını ve yapısını koruyarak yeni bir eser yaratmayı başarmış” olmasından, gerekse eserin başındaki tevhid ve na’t, çehâr yâr ve sebeb-i telif kısımlarındaki özgün ve başarılı ifadelerinden, onun iyi bir şair olduğunu söyleyebiliriz.
Nizamî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i 5700 beyit civarında iken, Kutb’un Harezm Türkçesi ile tercüme ettiği eser, 4370 beyittir. İki eser arasındaki beyit farkı, ya müstensihlerin ihmaline ya da Kutb’un eseri aslına uygun olarak kısaltmış olmasına bağlanmıştır. Zajaczkowski’ye göre (Eckmann 1991: 47), Kutb eserin aslından farklı olarak, metnin içeriğini korumak kaydıyla, Türk toplum yapısından yeni şeyler eklemiştir. Diğer bir ifadeyle Kutb, eserini Altın Ordu halkının hayatına uygun hâle getirmiştir. Öyle ki, Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’inde halk diline ait pek çok ibare bile yer almıştır. Eserin orijinalinden kısa olması, müstensih hatası değilse, Kutb’un, eserini kelimesi kelimesine tercüme etmeden oluşturduğu için iyi bir şair olduğu şeklinde değerlendirilmiştir.
Altın Ordu sahasında yazılmış ilk eser olan Hüsrev ü Şîrîn’in bugüne kadar tek nüshası bulunabilmiştir. Paris Bibliotheque Nationale’de bulunan bu nüsha, 1383 yılında İskendireye’de Kıpçak Türklerinden Berke Fakih tarafından istinsah edilerek dönemin hükümdarı Altın Boğa’ya ithaf edilmiştir. Eserin tek nüshasının sonuna Berke Fakih tarafından eklenmiş olan 66 beyitlik metin, dil özellikleri bakımından eserin diliyle aynı özellikleri göstermektedir Necmettin Hacıeminoğlu, bu bilgiden yola çıkarak, eserin yazıldığı çevre ile istinsah edildiği çevrenin aynı yazı dili çevresi olduğuna inanmaktadır. Abdülkadir İnan ise, Berke Fakih tarafından yazılmış olan bu ilave metnin, bugün için Mısır’da Kıpçak Türkçesi ile yazılmış ilk metin sayılması gerektiğini ileri sürmüştür.
Muóabbet-Nâme
Harezm Türkçesinin Altın Ordu sahasına ait din dışı eserlerinden biri olan Muóabbetnâme, Harezmî mahlaslı biri tarafından yazılmıştır. Nâme adı verilen on bir bölümden oluşan Muóabbet-nâme, mefâîlün mefâîlün feûlün vezniyle mesnevi tarzında yazılmış manzum bir eserdir. On bir bâbdan oluşan eserin 4, 8 ve 11. bâbları Farsça yazılmıştır. Eserde sevgilinin güzelliği tasvir edilmiş ve methiyeler dile getirilmiştir. Eserin müellifi olarak hatime bölümünde zikredilen Harezmî’nin gerçek adı, hayatı ve edebî kişiliği hakkında bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte, bazı eserlerde Harezmî ismine sıkça rastlanmaktadır: 15. yüzyılda tıpkı Muóabbet-nâme gibi, nâmelerden oluşturularak yazılmış olan Hocendî’nin Letafet-nâmesi’nde, Harezmî’den ve eseri Muóabbetnâme’den bahsedilmektedir. Seyf-i Sarayî, Harezmî’nin bir şiirine nazire yazmıştır. Yine 16. yüzyılda Şahruh zamanında Uygur alfabesiyle yazılmış bir mecmuada Harezmî’nin şiiri de vardır. Bütün bunlar, Harezmî’nin tanınmış bir şair olduğunu göstermektedir. Harezmî’nin hem mahlasından hem de eserinde düştüğü şu beyitten Harezm bölgesinden olduğu anlaşılmaktadır: Muóabbet-nâme sözin sizge aydım Kamugın Sir yakasında bitidim Buna göre Harezmî eserini, Sir Derya/Seyhun boyunda yazmıştır. Yine eserden öğrendiğimize göre Harezmî eserini Muhammed Hoca Big için yazmıştır: Muhammed Hoca Big medhin tükettim Muóabbet-nâmeni bünyâd ittim. Muhammed Hoca Big’in kimliği konusunda açıklık yoktur. Ancak onun devrin ileri gelenlerinden biri olduğu düşünülmektedir. Nitekim eserde, Zehį arslan yürek Kongrat urugı mısrasından da anlaşılacağı üzere, Muhammed Hoca Big, Kongrat boyundandır. Harezmî eserini 1353 yılında tamamlamıştır: Bu deer kim bolupdur Mısr kandı Yiti yüz illi içre tükendi. Eserin biri Uygur alfabesiyle, diğerleri ise Arap alfabesiyle olmak üzere toplam dört nüshası tespit edilmiştir: British Museum’da eserin iki nüshası bulunmaktadır. Bunlardan biri Uygur, diğeri ise Arap alfabeleriyle yazılmıştır. Uygur alfabesiyle yazılmış olan nüsha, 1432 yılında, Yezd şehrinde Emir Celalettin Faruz Şah adına istinsah edilmiştir. 53 beyitlik kısmın eksik olduğu Uygur hari nüsha, Barthold tarafından tanıtılmış, A. Şçerbak tarafından ise, transkripsiyonu ve tercümesi ile dil özellikleri çalışmıştır. British Museum’daki Arap alfabesiyle yazılmış nüsha ise, 1509 yılında Herat’ta istinsah edilmiştir. Muóabbet-nâme’nin önceden bilinen bu iki nüshasının üzerine, Arap alfabesiyle yazılmış iki nüsha daha Osman Fikri Sertkaya tarafından bulunarak yayınlanmıştır. İstanbul Millet kütüphanesinde bulunan nüshaların kolofon kayıtları bulunmadığı için, yazılış yerleri ve tarihleri bilinmemektedir. Millet kütüphanesinde Ali Emirî bölümünde bulunan nüsha ise eksiktir (Osman Fikri Sertkaya, Horezmî’nin Muhabbet-nâme’sinin İki Yeni Yazma Nüshası Üzerine”, Türkiyat Mecmuası XVII, İstanbul 1972).
Cümcüme-Nâme (Dâsitân-ı Cümcüme)
Cümcüme-nâme ya da Dâsitân-ı Cümcüme, Altın Ordu’da 1368-1369 yıllarında Hüsam Kâtip tarafından yazılmış manzum bir eserdir. Eser Harezm Türkçesine Feridüddin Attar’ın Farsça Cümcüme-nâme adlı eserinden tercüme edilmiştir. Mesnevi tarzında yazılmış bu eserde, Hz. İsa ile Kesikbaş menkıbesi anlatılmaktadır. İlyas peygambere iman etmediği için çok eziyet çeken, bununla birlikte kendi adamlarına iyi davrandığı için Hz. İsa tarafından diriltilen Kesikbaş adlı dinî menkıbenin manzum bir çevirisidir. Eserin Harezm Türkçesine çevirisi, cehennem tasvirleri bakımından Attar’ın eserinden ayrılmaktadır. Böylece eser, daha dinî-öğretici karakter kazanmıştır. Cümcüme-nâme, Altın Ordu sahasında çok okunan bir eser olduğu gibi, Türk dilinin diğer sahalarına da tercüme edilmiştir. Harezm Türkçesi ile yazılmış eser, 1548 yılında, Kırım Hanı Sahib Giray bin Hacı Giray’ın emri ile Anadolu Türkçesine tercüme edilmiştir. Yine XVIII. yüzyılda Çağatay Türkçesine tercüme edilmiştir. Leningrad Asya Müzesinde eserin iki nüshası daha bulunmaktadır.
Mi’râc-nâme
Harezm Türkçesi ile Altın Ordu sahasında yazılmış olan Mi’râc-nâme’de, Hz. Muhammed’in miraç hadisesi anlatılmaktadır. Eser; dil, üslup ve konuların sıralanışı gibi pek çok bakımdan Nehcü’l-ferâdîs ile benzer özellikler göstermektedir. Eser, sadece göğün tasvir edildiği kısımda Nehcü’l-ferâdîs’ten ayrılmaktadır. Zaten eserin mukaddimesinde de, Mi’râc-nâme’nin, Nehcü’l-ferâdîs diye bilinen bir eserden tercüme edildiği söylenmiştir. Mi’râc-nâme’de anlatılan miraç hadisesi ile Nehcü’l-ferâdîs’te I. babın VII. ve VIII. kısımlarında anlatılan miraç hadisesi arasında pek fark yoktur. Bu çerçevede Mi’râc-nâme’nin, Nehcü’l-ferâdîs’in Kerderli Mahmud bin Ali’nin Harezm Türkçesi ile yazdığı eser mi yoksa bu esere de kaynaklık etmiş olan Farsça bir eser mi olduğu belli değildir. Fuat Köprülü, bu konuda kesin bir şey söylenemeyeceğini ifade etmiştir. Ancak Janoś Eckmann, “Belki de Mirāc-nāme, Nehcü’l-Ferādīs’in Farsçasından Türkçeye yapılmış serbest bir tercümesidir.” diyerek, başka bir dilden tercüme edilmiş olabileceği ihtimalinden söz etmiştir. Mi’râc-nâme’nin bugüne kadar tek nüshası bulunmuştur. Paris’teki Bibliotheque National’de Supplement Turc No: 190 adıyla kayıtlı bulunan nüsha, 1436 yılında Malik Bahşı tarafından Herat’ta Uygur hareriyle istinsah edilmiştir. Eserin istinsah tarihi 15. yüzyıl olmakla birlikte, asıl nüshanın 14. yüzyıla ait olduğu düşünülmektedir. Bunun dışında, Mi’râc-nâme’nin 1511 yılında, Mısır’da Nureddin Ali bin Kiçkine Seyyid Ali etTalikanî tarafından istinsah edilmiş Çağatayca nüshası da bulunmaktadır. Altın Ordu Yarlık ve Bitikleri Altın Ordu sahasında, Altın Ordu hanlarına ait yarlık ve bitikler, Harezm yazı dilinin eserleri arasında kabul edilebilir.
14. yüzyılın sonları ile 15. yüzyılın başlarında yazılmış olan yarlık ve bitikler, sadece Türk dili araştırmaları bakımından değil, aynı zamanda Türk tarihi ve kültürü üzerine yapılan çalışmalar için de büyük önem taşımaktadır. Altın Ordu’da yazılmış yarlık ve bitiklerin, Türk dilinin hangi sahasına ait oldukları konusunda çeşitli görüşler olmakla birlikte, bu yarlık ve bitikler, genel olarak Harezm yazı dilinin ürünleri arasında değerlendirilmektedir. Yarlık ve Bitiklerin Türk dilinin hangi lehçesiyle yazıldığı konusu tartışmalıdır. Buna göre yarlık ve bitiklerin Uygur lehçesiyle Çağatay Türkçesiyle ya da Yeni Uygur Türkçesiyle yazıldığını iddia eden araştırmacılar olmuştur (Köprülü 1928). Ahmet Bican Ercilasun (2004: 384) ise, Altın Ordu sahasında yazılmış “iki yarlık ve bir bitiği, Harezm Türkçesinin metinleri” olarak kabul etmiş, sonraki yıllarda yazılmış olan yarlık ve bitiklerin ise, Çağatay yazı diline ait olduğunu ifade etmiştir.
Kırım ve Kazan ile Altın Ordu sahalarına ait yarlık ve bitikleri dil ve üslûp açısından inceleyen Melek Özyetgin ise, iki yarlık ve üç bitiğin “Harezm-Kıpçak edebi Türk dilinin ürünleri” olarak değerlendirmiş, bu belgelerde özellikle Kıpçak Türkçesinin tesirinin fazla olduğunu ifade etmiştir. Özyetgin’e göre Altın Ordu hanlarına ait, Harezm Türkçesi ile yazılmış yarlık ve bitikler şunlardır: Toktamış Han Yarlığı: Toktamış Han’ın 1393 yılında Lehistan-Litvanya kralı Yagayla’ya gönderdiği yarlık, Uygur alfabesiyle yazılmıştır. Yirmi beş satırdan oluşan yarlıkta Altın Ordu sahasına at bir de tamga bulunmaktadır. Temir Kutluk Yarlığı: Temir Kutluk Han’ın 1397 yılında Muhammed adlı birini Tarhan yapmak üzere verdiği Temir Kutluk Yarlığı, iki alfabeyle yazılmıştır. Uygur alfabesiyle yazılmış olan metnin altına Arap alfabesiyle karşılığı verilmiştir. Elli beş satırdan ibaret olan yarlığın yine Uygur matbu hareriyle yazılmış ikinci bir nüshası daha bulunmuştur ve iki nüshanın dil özellikleri arasında bir fark yoktur. Harezm Türkçesi ile Altın Ordu sahasında yazılmış bu iki yarlığın dışında, yine Toktamış Han tarafından Bik-Hacı adlı kişiye verilmiş olan bir başka yarlık daha vardır.
Harezm Türkçesi ile yazılmış üç de bitik vardır:
Uluğ Muhammed Han Bitiği: Altın Ordu hanı Uluğ Muhammed Han tarafından 1428 yılında Osmanlı padişahlarından II. Murad’a gönderilen, Arap alfabesiyle yazılmış olan bitik, toplam on dokuz satırdır ve Topkapı Sarayı Müzesi’nde korunmaktadır.
Mahmud Han Bitiği: Yine Altın Ordu hanlarından Mahmud Han’ın 1466 yılında, Fatih Sultan Mehmed’e gönderdiği bitig, Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir.
Ahmed Han Bitiği: Bu bitik de Altın Ordu hanlarından Ahmed Han tarafından Fatih Sultan Mehmed’e gönderilmiştir. Bitiğin tarihi ise 1477’dir.
Son iki bitiğin dilinin, ilk bitikten daha ağdalı olduğu söylenebilir. Özellikle geç dönemlerde yazılmış olan bitiklerde, Osmanlı yazı dilinin tesirleri daha fazladır. Bunda, büyük bir ihtimalle bitiklerin Osmanlı padişahlarına gönderilmiş olmasının tesiri fazladır.
Satır-Altı Kur’an Tercümesi
Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra, bu dine ait öğretileri kendi dillerinde ifade ederek halkın bilgilendirilmesi maksadıyla, Kur’an’ın Karahanlılar zamanından itibaren Türk diline tercüme edildiği bilinmektedir. Kur’an’ın Türk diline, Karahanlı sahasının dışında gerek Orta-Asya’da gerekse Anadolu sahasında satır-altı ya da tefsirli pek çok tercümesi yapılmıştır.
Kur’an, Harezm ve Altın Ordu sahasında da Türkçeye çevrilmiştir. Süleymaniye Kütüphanesi Hekimoğlu Ali Paşa kısmında kayıtlı bulunan satır-altı Kur’an tercümesi, Harezm Türkçesi ile yapılmıştır. Bu çevirinin transkripsiyonu, sözlüğü ve tıpkıbasımı, Gülden Sağol (An Interliner Translation of the Qur’an Into Khwarazm Turkish, Harward University, 1996) tarafından yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder